Gürsel KOYUNCU
-
gurselkoyuncu@hotmail.com
29.06.2021
-
1295 defa okundu..
BU DÜNYADAN BİR HACI MUSTABEY GEÇTİ..
Telefonu açtığımda oğlum heyecanla, bağıra çağıra birşeyler anlatmaya çalışıyordu. Bölük börçük anlamsız cümlelerini nefes almak için böldüğünde araya girdim: “Oğlum şunu tane tane anlat, hiçbirşey anlamıyorum!”- Anne! İzmir’deki tüm bilbordlarda Hacıdedemin resmi var; kocaman!
Çanakkale Savaşları’yla ilgili bir sergi varmış, dedemin resmini ilâna basmışlar…
Hangi resmi olduğunu biliyordum. Gazetenin biri sağlığı yerindeyken kendisiyle röportaj yapmıştı. Konusu “Yaşayan Gaziler”di. Onunla beraber üç gazinin de resmi vardı. Aile albümünün son sayfasına annem tarafından itinayla yapıştırılmıştı; halen durur...
O sıralar oğlum Üniversitenin birinci yılını okuyordu. Onun doğumundan birkaç ay sonra ölmüştü dedem. Yani oğlum onu hiç tanımamıştı ama aile içinde kendisinden ve savaş anılarından okadar çok bahsedilmişti ki, çocuk dimağına nakış gibi işlenmiş olmalıydı.
Mustafa, Hacıbekir dedenin Rasim ve Cemali’den sonraki üçüncü oğluydu. Ondan küçük biri kız, diğeri erkek iki de üvey kardeşi vardı. Çanakkale’nin Bayramiç Sancağı’na bağlı Saçaklı köyünde 1887 yılında doğmuştu. Köyümüz 1350’li yıllarda, Türklerin Rumeli’ye geçişlerinde öncülük yapan Ahi Hızır Emir Bey’in ordusundaki Saçaklı Bey’e ödül olarak verilen Saçaklı köyüdür. Köy, iki sülale tarafından kurulmuş: Hasanoğulları ve dedemin mensubu olduğu Sipahioğulları. Türkmen boylarından olup, Toroslardan göçettikleri aile büyüklerince rivayet olunur...
Çocukluk yıllarının nasıl geçtiğini bilemiyoruz. Ancak askerlik dönemine kadar bildiğimiz tek anı, 17 yaşında köyden güzel fakat yoksul bir kıza sevdalandığı, ailenin rıza göstermemesine rağmen kızı kaçırdığı, babasının eve almaması üzerine de, dokuz ayı samanlığa çekilmiş, üstü kapalı bir at arabasında geçirdiği idi. Sanırım bu büyük aşk, kış kapıya dayanınca, soğuklara yenik düşmüştü...
Her genç gibi 18 yaşında askere alınmış, askerliğini bitirip tam teskere alacakken, kendi söyleyişiyle “artık teskere alacağız… Hediyeler aldık, bilmem neler yaptık; arkasından İtalya (Trablusgarp) çıktı; İtalyanın ardından Balkan çıktı; Balkanın ardından seferberlik çıktı. Seferberlikte Gelibolu’na bizi aldılar” diye anlatırdı.
Süvari birliğinde görevlendirilmişti; nalbanttı. Bu görevi onu cephe gerisinde bırakmış, belki de şehit olmasını önlemişti. Ama o yıllarda bu durum onu hiç mutlu etmemiş, sevdikleri ve yaşıtlarının cephede teker teker yitip gitmesine çaresizce tanıklık etmesi sonucu yaşadığı duygusal travma, kendisinin neden halen yaşamakta olduğunu uzun yıllar boyunca sorgulamasına neden olmuştu...
Çanakkale’de gemilerle cepheye gelen erzağı taşımış… Yine kendi anlatımıyla “denizden gelen erzağı çıkarıyorduk. Oradan çıkarıyorken, silah.. Çanakkale’de silah patladı. Silah patlayısıya kadar bizi aldılar, hemen cephane kollarına, süvari olduğumuzdan cephane kollarına aldılar”…
Cephede süvarilerin kullandığı atları nallamıştı. Mustafa Kemal’in doru ve kır atını da nalladığını öğünerek anlatırdı. En çok doru ata binermiş. “At, karargahtan (Çamyayla köyündeki) cepheye üç saat süren yolu o kadar ezberlemiş ki, at üstünde dinlendiği, hatta biraz kestirdiği de oluyormuş” diye duymuş…
Yıllar sonra TRT’nin çektiği “Aynalı Tüfek “ belgeselinde savaş anılarını anlatırken, “sırtımızda entari, ayağımızda çarık yoktu, yokluk içindeydik”demişti.
Onu en çok etkileyen Çanakkale’ye cepheye gelen talebelerdi. Bu gencecik filizleri anlatırken, “talebeleri toplamışlar; İstihkama gönderecekler. Dört kol nizamında geldi talebeler. Onlara bir teselli yaptı (komutan olabilir), onlara birşeyler söyledi:- Haydin bakalım, haydin kuzum, Allah selâmet versin. İstihkâma gidiyorlar… Tekbir alarak yürüdü gitti talebeler”... (Kim bilir, belki de onlar Galatasaray Lisesi’nin öğrencileriydi).
Onu derinden yaralayıp ağlatansa ölümcül yara almış bir askerdi. Yaralarına aldırmaksızın, “şarapnel ayağının birini de (gösteriyor) şuradan koparmış, gelirken misket de şuradan girmiş… Ne diyor biliyormusun “Ah güzel Allahım!” diyor ağlaya ağlaya. “Eğer bir saat daha sabah olmasaydı, Türk topraklarından gavuru kesecektik” diyor. Birinin de şuradan kurşun girmiş, buradan çıkmış. “Ah anam ah anam!” diyor. Ona mı dayanırsın, o yaralıya mı dayanırsın Ağladım.” Böyle söylüyor ağzıyla. Ah güzel Allahım eğer yarım saat bir saat daha sabah olmasaydı türk toprağından neslini kesecektik gavurun! Diyor.
Bundan böyle çukur kazdırdıkta , onsekiz tane eskeri birbirinin üstüne elbiselerle gömdük, mendili olanların yüzüne örtüyorduk” derken hıçkırıklarını tutamıyordu dedem...
Boğaz harbini de görmüştü. Deniz savaşını anlatırken de, “Zırhlıda mızıka çalıyor. Gavurun mızıkası çalıyor zırhlıdan. Bir yanına dönüyor “babababa” atıyor, bir kıçını dönüyor, “bababababa” atıyor derdi.Birden mızıka çalarken bir patlama oldu, zırhlının olduğu yerde. Tahdelbahirler (ki, Osmanlı padişahı III.Ahmet zamanında, Tersane Başmimarı İbrahim Efendi tarafından 1719 da yapılan ilk türk denizaltısıdır.İlk deneme sürüşü III.Ahmedhan’ın çocuklarının sünnet merasimine denk getirilmiştir.) koşmaya başladılar, zırhlının etrafında. Oraya bir ak köpük dikiliverdi, böyle sabun köpüğü gibi. Zırhlı görünmez oldu. Sonra görmeye başladık biz. Asker saçılıyor, kayboldular gittiler. Ordalardi işte gözümle gördüm, gözümle gördüm...
Çanakkale cehenneminde bir çok olaya şahitlik etmiş, cephe gerisine yaralı taşımış; erzak götürmüş; atlara bakmış. Tabii en üzücüleri, birçok yaşdaşının ve tanıdığının kollarında ölmüş olmasıydı…
Ağabeyi de cephede, 25. Alaydaymış; ama Rasim ağabeyi esir düşmüş. Her
nasıl olduysa, esirlikten kurtulmuş ve sonra de beraberce 4. Ordu emrine, Hicaz’a gitmişler. Dedem orada da süvari bölüğünde, atların bakımını yapmaya ve nalbantlığa devam etmiş… Bir dönemde de erzakları kalmamış, berbat bir sefalet ve açlık süreci yaşamışlar. “Ot bulup pişirip, yiyorduk. Sonra kar yağıvedi, ot bulamaz olduk; ölen hayvanları yedik” derdi.
Savaşta Arapların ihanetine uğrayan birlikler dağılıp, aç, sefil, silâhsız bir vaziyette Anadoluya geri dönmeye çalışırken, bir kısmı da dedemin birliğine sığınmış. Bu bir deri bir kemik kalmış, insanlıktan çıkmış, su yüzü görmemiş ve bitlenmiş erler dağınık küçük gruplar halinde, bitap bir şekilde, düşe kalka yayan gelmişler memlekete.Çoğu hasta, yorgun ve halsizmiş. Gelip, geçip
dururlarken erlerden biri tanıdık gelmiş dedeme. Bir de bakmış ve hayretle görmüş ki büyük abisi Cemali duruyorkarşısında… Meğer o da Hicazdaymış… Dedem, ona baktığını, elinden geldiğince saçını-sakalını traş edip bitlerinden kurtarmaya, paramparça elbiselerini temizleyip onarmaya, karnını doyurmaya çalıştığını anlatırdı. Daha sonra mecburen onu cephe gerisine gönderdikten sonra bir daha haber alamadığını, yıllar sonra köyüne döndüğünde Cemali’nin şehit olduğunu öğrendiğini büyük bir teessürle aktarırdı. Ağabeyi köye ulaşmayı başaramamıştı..
Hiç şüphesiz ki uzun savaş yılları ondan da çok şey almıştı. 14 yıl, evet ondörtyıl sonra köyüne dönerken İstiklal Madalyalı bir gaziydi. Köyden 76 kişi çıkmışlar, dönen 6-7 kişi ancak olmuş; biri de ağabeyi Rasim... Arkadaşları ve akrabaları çeşitli cephelerde şehit düşmüşler...
Genç Cumhuriyetin temelleri atılırken, o da kendi hayatını kurmalıydı elbette.Bu kez aşk evliliği yapmadı; herhalde aklına bile gelmemiştir...
Hasanoğulları sülalesinden, babasının öngördüğü Ahmet ağanın kızı babaannem Fehime ile hayatını birleştirdi. İkisi kız, dört erkek çocuğundan en küçüğü babamdır. Çok otoriter aynı zamanda despot olduğundan, “ben çok huysuzum çocuklarımdan hiçbiri benim adımı çocuğuna koymaz” deyip, babama kendi adını vermiştir.
Babam görevi gereği, annem ve henüz bir bebek olan benimle Gelibolu’nun Ilgardere köyünde yaşarken, savaş anılarını tazelemek, o günleri yerinde tekrar yaşamak istiyor olsa gerek, dedem bizi ziyarete gelmiş. Üstelik de babamla beraber çevre köylerden olan asker arkadaşlarını aramışlar. Cephe gerisinde sofrasına konuk olduğu, Kızılkeçili köyünden Ahmet Efendinin oğluyla buluşması pek hüzünlü olmuş. Babam, her daim asık suratlı olan babasının heyecanlanıp, sevinçten yüzünün güldüğüne ilk kez o gün sahit olmuş; iyi mi..
Bir başka gün de köydeki başka bir gazi ile savaşın yaşandığı alanları ve siperleri karış karış gezerken, Ilgardereli Gazi Zeybek Mustafa’nın anlattığı bir savaş anısı, birbirine sarılarak ağlamalarına ve dakikalarca duygusal anlar yaşamalarına sebep olmuş. Arıburnu çıkartması sırasında mevzilerimizde bulunan iki makineliden birini kullanmakta olan Zeybek Mustafa, Anzakların çıkartma yaptıkları noktada siperlerimize doğru ilerleyen birlikleri makineli tüfeği ateşledikten sonra yarım daire döndürürken ilk sıranın sağa, ikinci sıranın sola yaslanarak düştüğünü, kendi deyişiyle “orak biçer gibi bi sağa bi sola yaslanıyoladı. O gün çok esker öldürdüm” derken kırmızı gözlerinden (bir hastalık sonucu göz kapakları ve gözaltları kıpkırmızı görünüyordu, diye anlatmıştı babam) boncuk boncuk yaşlar fışkırıyormuş.
O sırada çok genç olan Annem, bu ziyarette dedemin anlattıklarını can
kulağıyla dinlemiş. Şahit olmamasına rağmen aktardığı bir savaş hatırası var ki, annem her bahsetttiğinde, kayınpederinin gözyaşlarıyla anlattığından etkilenmiş olsa gerek aşırı derecede duygulanır, hikâyenin sonuna doğru sesi çatallanırdı.
Bu anıyı dedeme akrabası, kızlarının kayınpederi, aynı zamanda cephe arkadaşı İzzet Dede anlatmış. İzzet Dede Çanakkale’de bir manga askerle istihkamda keşif yaparken, bir grup düşman askeriyle karşılaşmış. Aralarında süngü savaşı yaparken Ahmetçeli köyünden bir nefer (dedem söylemiş ama annem ismini hatırlamıyor) karnından büyük bir süngü yarası almış. Yine dedemin anlatımıyla “süngü kesiğinden alaca bağırsakları dışarı fırlayan askeri arkadaşları kollarına girip, geri saflara çekmeye çabalarken, o ellerinden silkinerek kurtulmuş ve bağırsaklarını sol koluyla toplayıp, sağ eline süngülü tüfeğini almış, ileri atılırken şöyle sesleniyormuş- Arkadaşlar ben nasılsa öleceğim. Hiç olmazsa bir kaç kefereyi telef edip öyle öleyim!” Dediğini de yapmış...
- oOo -
Mustabeyin köyde büyük bir otoritesi varmış. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk herkes ondan çekinir, aynı zamanda büyük saygı duyarmış. Çünkü, başları sıkışınca önce ona koşacaklarını bilirlermiş. Darda kalana borç verir, aç kalanı doyurur, problemleri çözmeye çalışırmış...
Bir de tuhaf bir alışkanlığı varmış: Kahvede kimsenin boş oturmasına tahammül edemez, kapıdan girer girmez sorarmış, “sen ne oturuyorsun burda, işin gücün yokmu” diye… Bazıları “sabanım yok, öküzüm yok” deyince, “git bizim evden al, hade doğru tarlanın başına” dermiş. Kimse lâfının üzerine lâf koyamaz, çaresiz boyun büküp kalkar gidermiş.
Dedemiz, yine de biraz çapkın mıdır, nedir, babaannem altı çocukla uğraşıp, işten güçten başını alamazken, başına imam nikahlı bir hanım getirmiş.
Çocuksuz ve varlıklı olan o Esma Hanım nasıl olmuşsa olmuş, altınlarını ve tarlalarını dedeme bırakarak iki yıl sonra ölüp gitmiş… Babaannemin diğer kadınla çok iyi geçindiğini anlatan babam, “annem Kuran okuduktan sonra ölmüşlermizin içinde mutlaka onun adını da anardı” demiştir hep.
Babam 11 yaşındayken annesini kaybetmiş. Dedem bu kez de köyden Ayşe Molla denilen bir hanımla evlenmiş. Bundan sonraki ömrünü maalesef yetişkin çocuklarını çifte çubuğa sürerken yeni eşiyle gününü gün ederek geçirmiştir… Ne yazık ki bu evliliğinden sonra özellikle küçük yaşta öksüz kalan babama karşı gösterdiği sevgisizlik ve acımasızca attığı dayaklar çok üzücüdür... Üvey anne etkisiyle yaşandığını düşündüğümüz bu olaylar, çektiği acı ve sıkıntılar ise tamamen ayrı bir hikayedir...
Mustabey (Mustafa Bey) Filistin üzerinden karayoluyla, deve üzerinde uzun ve zorlu bir yolculuk yaparak Hacca da gitmiş. Altı ay sonra dönüşünde, Hacı Mustabey diye anılır olmuş. Gelirken her bir çocuğuna kırmızı altın birer İngiliz lirası getirmiş. Ailemizin en sıkıntılı anlarında bile satılmayan bu yadigar, evlendikten sonra erkek kardeşime verildi...
Dedemin bir sürü torunu dünyaya geldi. 96 yaşında dünyaya veda ettiğinde torununun torununu görmüştü. Bizde eskiler “torununun torununu gören cennetlik” derler. Yeri cennet mi bilinmez ama doksanaltı yıllık bir ömür içinde acısıyla tatlısıyla herhalde çok şeyi barındırır...
Bu konuda da aile içinde anlatılan bir anı bizi hep güldürmüştür. En büyük amcamın altı yaşındaki oğlu heyecanla kahveye dalar. “Hacımustabey’in gulileri (hindileri) filancanın bahçesine girdi” diye bağırır. Kahve ahalisi kahkahalar eşliğinde çocuğa sorar. “Hacı Mustabey senin neyin oluyor len”...
Savaştan sonra, yaşayan gazileri tesbit için köye gelen görevliler Rasim amca ve dedeme maaş bağlamak isteyince, dedemin babası Hacıbekir Dede, “devletimiz harpten çıktı, yokluk içinde bize para almak yakışmaz” diyerek maaşların alınmasına karşı çıkmış, iki kardeş de hiç itiraz etmeden bu karara uymuşlardır.
Soyadı Kanunu gündeme geldiğinde, dedem önce Sipahioğulları soyadını almak istese de, görevli memur “senin çok koyunun var, soyadın “Koyuncu” olsun” deyip, nüfus kütüğüne öylece kaydedivermiş diye anlatılırdı. [Ama benim anladığıma göre, o tarihlerde sülâle lâkapları soyadı olarak alınıp da eski baskıcı sistem sürmesin diye tembihlenen nüfus memurlarınca yapılan bir uygulamadır.]
Dedem, oğlum 1983’de dünyaya geldikten üç ay sonra vefat etti demiştim. Ölene kadar beyni zehir gibi çalışıyordu; hafızayla ilgili hiçbir yaşlılık belirtisi görülmedi. Yatağa düşmesine yakın annemden tatlı ekmek istemişti. (Yani kek. O zaman anneciğim yeni çıkan pasta tenceresinde yeni yeni kek pişirmeye başlamıştı. Altı kül dolu bir altlık üzerinde, ortasında silindir bir deliği olan üstü kapalı ortası camlı, alüminyum tencere). İlk yediğinde bayılmış olmalıydı ki, annemi görür görmez aklına gelen şey, hep o tatlı ekmek olurdu…
Çocukluğumda, köye bayramdan bayrama gider, dedemizin evinde sessizce
otururduk. Fazla konuşmazdı. Konuştuğundaysa, ağır ağır kelimeleri ağzından
çıkararak köy şivesiyle konuşurdu. Durup bir zaman bekler, sonra kaldığı yerden devam ederdi. Hiç acelesi yoktu. Ziyaretimizi kısa keser, törensel bir atmosferde elini öper, sonra da kalkıp giderdik. Çoğu zaman Bekir amcamda misafir olurduk.
Anne ve babam her yıl zeytin hasadı için köye gittiğinde okulumuz nedeniyle biz Çanakkale’de kaldığımız için, bayram ve düğünler dışında köye hiç gitmedim. Yeni bebeğim olduğu için de cenazesinde bulunamadım. O yüzden aklımda kalan birkaç silik görüntü ve siyah beyaz fotoğraftan başka bir şey yok elimde; haa, bir de o belgeseldeki görüntüler...
Şimdiki aklıma gelince… İnanın ki onu daha çok dinleyip, savaş anılarını derleyemediğim için çok pişmanım. Gençliğin verdiği kavak yelleri ve hayhuy arasında anlayamadan, canlı bir tarih yeryüzünden silindi gitti... Elimizde, yani memleketin hafızasında, TRT’nin çektiği belgesel ile Kale grubunun Kurtuluş Savaşı Gazilerini sunan kitabı ve yapmış olduğu çekimler var. Onları da henüz edinemedim; çabalıyorum. Arada bir internetten belgeseli açıp sesini dinlediğimde gururlanıyor, onun yaşadıklarını yaşıyor, heyecanını ve üzüntüsünü paylaşıyorum.Sonra derin bir iç geçirip arkama yaslanırken “ah be!” diyorum, “bu dünyadan bir Hacımustabey geçti”...
Meraklısına NOT: Youtube arama motorunda Aynalı Tüfek belgeselini arattırdığınızda, 2 bölüm ve kısa videolar çıkıyor. Ayrıca Google’da Kurtuluş Savaşı Gazisi Hacı Mustafa Koyuncu diye ararsanız, Kale grubunun çektiği görüntüleri ve konuşmalarının paylaşıldığı videoyu izleyebilirsiniz.